Toplumun çürüyüp yozlaşmasında ‘karanlık, kapalı, belirsiz, kontrolsüz, denetimsiz’ alanlar olarak cemaat ve tarikatlar baş belasıdır. Kiliselerde de çocuk istismarları asırlardır bu ‘karanlık’ alanlarda gerçekleşiyor. ABD, Rusya ve bazı Avrupa ülkelerinde, Sinagogların altında çıkan tünellerden de, bebek maması, bebek sandalyesi ve kanlı yataklar ile birlikte, biberonlar bize hoş duygular yaşatmıyor. Oysa bir okulda (diyelim lisede) olup biten her şey görünür olmalı. Koridorlar, sınıflar, öğretmen odaları ve okul bahçesi, kantin… Her şey açık, görünür, denetlenebilir ve şeffaf alanda cereyan etmeli. Mesela bir öğrenci, öğretmeniyle kapalı alanlarda ve ders dışı, mesai dışı görüşemez, birlikte olamaz. Hatta izinsiz sinemaya bile gidemez. Evliyalara tapınan meczuplara, denetim dışı bu kapalı alanların ardına kadar açık olması, bir toplum için felakettir. Mesele güven meselesi değildir. İki kişinin görüşmesinin, buluşmasının, halvetinin kontrol, gözetim, denetim, yani şahitlik dışına çıkmamasıdır.
Biz de Diyanet İşleri Başkanlığı, iktidara destek verdikleri için bu karanlık, denetimsiz alanlara resmiyet, meşruiyet veriyor. Bu karanlık, kontrolsüz alanlara resmiyet veriyorsan bu karanlık alanlarda cereyan eden sapıklıkların sorumluluğunu da üstüne alacaksın. Siyaset gereği sahiplenilen bu kuruluşlar, cahil kitleleri suiistimal etmeye devam ediyor. Din çürüyor, toplum çürüyor.
Nurettin Yıldız denilen biri anlatıyor. “Mahmut Efendi Osmanlı’dan sonrasını kâfir diye görüyor. İşte Suriye’den kendine ‘Seyyid’ diyen biri Urfa’ya geliyor ve Youtube’den izliyoruz.
Başına yeşil sarık bağlamış müritleri seyyidleri için, “Seyyidimiz Mevla’dır, Resul’dür” diye ilahi okuyor… Tasavvufi hallerin batıniliğini suiistimal eden meşhur Cübbeli Hoca’nın, “Allah ete kemiğe büründü, Mahmut Efendi diye göründü” lafları da Youtube’de duruyor. Hizmetçisinin 12 yaşındaki kızına musallat olan bir başka sözde şeyh de, kendini ‘haşa’ peygamber ilan etmiş, kızı kandırmak için, “Sen de Hz. Ayşe’yi gördüm!” diyor… Hepsi kendine ya mehdi ya gavs diyor… Mübarek hepsi Allah’la kulları arasında aracı kurumlar. Oysa dinler tarihine bakıyoruz, aracı kurum nedir? Kilisedir!… Yaptıkları Kilise’nin aynısıdır. Kilise ’de papazlar, kardinaller, papalar, Hristiyanlarla Allah arasındaki beşeri ve dini ilişkileri düzenler. Protestan mezhebinin çıkışı aracı kurumlara isyan ile başlamıştır. Hristiyanlık iki büyük tayfaya ayrılmıştır. Katolikler ve Protestanlar diye…
Aynı büyük kavga İslam dünyasında ve ülkemizde de yaşanmaktadır. Şeriatçılarla tarikatçılar arasında büyük bir iç savaş vardır. Birbirlerine kılıç çekmedikleri kaldı. O da yakında olacaktır!…
FETÖ ve hain darbe girişimine, bir türlü akıllanmayan siyasal İslamcı iktidar ve onu körü körüne destekleyenlere, FETÖ yerini doldurmak için büyük savaş veren diğer cemaat ve tarikatlara gelmeyeceğim…
Adnan Baştopçu ağabeyin ve Namık Göz ağabeyin yazılarını okuyunca şevke geldim. Bir dijital platformda yayınlanan, yapay zekâ cinayetleri dizisini her ikisi de detaylarıyla güzel yazmışlar. Adamlar, yapay zekâ boyutunun en ileri seviyesini hayal edip milyonları ekrana kilitleyen dizi çekiyorlar, biz ise halen tarikat ve cemaatler fonunda ‘Kızıl Goncalar’ dizisini tartışıyoruz.
Aslında dizi kültürüm sıfır denecek kadar azdır.
Kişisel tarihimin ilk bütün bölümlerini izlemeye çalıştığım dizisi, Yılmaz Erdoğan’ın ‘Bir Demet Tiyatro” olmuştur. Sonrasında Gülse Birsel’in ‘Avrupa Yakası’ ve ‘Yalan Dünya’ dizilerini kaçırmamaya çalıştım. Pandemi sürecinde de, mecbur izlediğim üç dizi oldu. Her üçü de, Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlanan ‘Kırmızı Oda’, “Doğduğun Ev Kaderindir’ ve “Camdaki Kız” oldu. Dijital Platformlarda da, ABD’li çok sevdiğim yazar Harlan Coben’in kitaplarından uyarlanan üç dizi ile yerli diziler “Bir Başkadır” ve ‘Fatma” oldu… Son olarak da, Prof. Sevil Atasoy’un danışmanlığında çekilen ‘Kanıt’ dizisinin tekrar bölümlerini tamamladım diyebilirim… 54 yıla 12 dizi…
Sevgili eşim Güler, “Kızıl Goncalar” bu haftada yokmuş” deyince ve üstüne de Adnan Baştopçu ağabeyimin yazısını okuyunca, Kızıl Goncalar dizisini izlemek farz oldu. İki bölümünü internetten izledim. Ters açıdan bakınca, inceden inceye tarikatların iç yüzünü gösteren, Atatürkçü, Solcu, Türkiye’de ötekileştirilen insanların gözünden siyasal İslam ve tarikat eleştirisi bir dizi gibi görünüyor… Ama öyle değil… RTÜK bu diziye, “hakarete varan sözler ile kişi ya da kurumları eleştiri sınırları ötesinde aşağılayan açıklamalar” nedeniyle para cezası ve iki bölüm kapatma cezası vermiş.
Bence o cezayı, başka intikamcı hisle (mesela haberler ve tartışma programları nedeniyle) Foks TV’ye vermiş. Bu dizi ATV’de yayınlansaydı, asla böyle bir şey olmazdı. Çünkü bana göre tam da siyasal İslamcıların desteklediği tarikatları övgüye boğan, Akit Gazetesinin, Sabah, Akşam ve Takvim Gazetesinin manşetlere taşıyacağı kıvamda bir tarikat cemaat övgüsü bir dizi bu aslında…
Özcan Deniz ve Hazal Türesan’ın oynadığı Dr. Levent Alkanlı ve eşi Beste Özdemir Alkanlı (Soyadına dikkat tam da feminist kızlar gibi, kızlık soyadını da eklemiş) hastaneye öldü diye getirilen bir bebeği yıllar önce evlat edinirler, çalarlar, katakulliye getirirler vesaire… Beste Özdemir Alkanlı kızı bir türlü sevemez. Özcan Deniz ise kızını iyi yetiştirmek, okusun diye iyi bir disiplinle yetiştirmek ister. Kız da (Esma Yılmaz’ın oynadığı Mira Alkanlı) evdeki mutsuzluğun farkındadır. Asidir, başına buyruktur. O da mutsuzdur. Uyuşturucu kullanır. Evde zaten alkol alınır.
Bu her sahnede bolca gösterilmektedir. Atatürk vecizeleri, Atatürk fotoğrafları sol ve Kemalist cenahta mutluluk duygusu uyandırsa da, bilinçaltına başka şeyler söylenmektedir. Doktorun bir de 28 Şubatçı yatalak profesör babası vardır. Şerif Erol’un oynadığı Suavi Alkanlı… Sadece siyasal İslamcılardan, sağcılardan değil, yetmez ama evetçi liberal ve dönek solculardan da nefret etmektedir. Tam da, Saadet Partili Milletvekili Hasan Bitmez’in İsrail’e ticaret için giden gemileri anlattığı sırada, kalp krizi geçirip mecliste vefat ettiği durumun aynısıdır. Allah rahmet eylesin Hasan Bitmez, kalp krizi geçirip, son nefesini verirken, Ak Parti sıralarından birisi, “Allah cezanı böyle verir işte” diye bağırması durumu gibi. Profesör 28 Şubatçı ya, Allah cezasını vermiştir işte. Mutsuz, nemrut, yalnız ve yatalaktır sonuçta…
Tarikat cemaat bölümünde ise Faniler vardır. Her toplumda olduğu gibi burada da çürük elmalar bulunmaktadır. Bu çürük elmalar ise ahlak, fazilet, eşitlik, denge, denetim ve dinin emrettiği gibi temizlenir. Mesela tereyağı kullanmayan börekçi, tarikat cemaat adalet sisteminde cezasını bulur. Mert Yazıcıoğlu’nun oynadığı Cüneyt Güneş karakteri adeta bir mehdi, bir gavs, bir evliya gibidir. Her şeyi bilir, gönül gözü açıktır. Fanilerin gelecekteki ruhani ve ebedi lideridir. Özgü Namal’ın oynadığı Meryem Tezel, Mert Turak’ın oynadığı Naim Tezel ve onların kızları Mina Demirtaş’ın oynadığı Zeynep Tezel, depremden sağ kurtulup, kaçıp İstanbul’a gelen Tezel ailesinin fertleridir. Cemaatin merkezinde bir odada kalırlar, kira için çalışması gerekmektedir.
Burada da, cemaat ve tarikat olsa bile, disiplin önemlidir, rızkın onda dokuzu ticarettir, çalışmaktır ilkesi üflenmektedir. Bir de Mira ve Zeynep aslında ikizdir. Öldü diye bırakılmış olan Zeynep’i Alkanlı çifti evlat edinmiştir, o özgür, iyi yetişmiş, bir eli balda bir eli yağda ama mutsuz, uyuşturucu ve alkol kullanan bir kızken, okumak için yanıp tutuşan çok zeki olan Zeynep ise zır cahil babasının baskısı altında, okumak yerine evlendirilmek istenmektedir. Bir de karakterler arasında Duygu Sarışın’ın oynadığı Hande Alkanlı ile Tuğrul Tülek’in oynadığı Dr. Seçkin Özarslan vardır. Nikâhsız yaşamakta, evlilik karşıtı, ikinci cumhuriyetçi, yetmez ama evetçi, liberal ve aslında a politik tiplerdir. Bol bol onlarda alkol alırken görünmektedir.
Erkan Avcı’nın oynadığı Sadi Hüdayi Güneş, Selen Öztürk’ün oynadığı Hasna Güneş ve kızları fonda tarikatın iç işlerinde yetişmiş, hırslı, biat eden öncüler, Faniler’in iç işlerinde disiplini sağlayan yöneticiler olarak karşımıza çıkmaktalar. Kızları Cüneyt’e âşık, onunla evlenip, geleceğin Fanileri’nin üst kademesinde olmak isteyen, buna karşın namazında abdestinde, kuran okuyan, kuran öğretimi veren aileleri olarak karşımıza çıkmaktalar…  Hırsları bu aşk döngüsünde ve liderlik kademeleri ile ilgilidir. Entrikaları da öyle. Hem kim aşk için ne yapmaz ki?
Yatalak 28 Şubatçı profesör tarikatçıların kızları Zeynep’in zekâsını fark eder. Onu yetiştirmek okutmak ister. Kız da ona fizik sembolleriyle, unutulmaz bir replikle ders verir. Olan kız çocuklarına oluyordur vs vs vs…
Şimdi toparlayalım, Atatürkçü ve Kemalist, Çağdaş ve Modern aile Alkanlılar ve efradı, çocuk evlat edinmişler, çalmışlar veya her neyse… Alkol alırlar, mutsuzlar, evlat edindikleri çocuk konusunda, nasıl yetişeceği ile ilgili bile çelişki içindedirler. Zaten kadın yurt dışına kaçar. Ne çocuğunu, ne de kocasını görmek istemez. Doktorun kız kardeşi ikinci cumhuriyetçi, yetmez ama evetçi, babasıyla küstür. Nikâhsız yaşar, alkol alır. Nikâhsız yaşadığı adam da alkol almaktadır… Uyuşturucu kullanan mutsuz ve sorunlu kız çocuğu tam da ortalarındadır… Tarikattan kaçıp, okuyup öğretmen olmuş Sitare Akbaş’ın oynadığı Birgül Tezel ise diziye tarikat cemaat eleştirisi olsun diye değil, denge olsun diye konmuş gibidir…
Tarikata gelelim, kız çocukları belki devlet okuluna gitmezler ama kuran öğrenirler. Namaz kılarlar. Tarikat, işinde gücünde, ticaretle uğraşır. Hileye, tamah etmezler. Edeni de cezalandırırlar. Gönül gözü açık, cesur, gavs, mehdi, evliya gibi adamlar onlardadır. Felsefe bilir, siyaset bilir, tarih bilir, psikoloji bilir. Geleceği görür. Tıbbın başaramadığını başararak, konuşmayan akıl sağlığını yitirmiş, baba tacizi gören kız çocuğunu bile o konuşturur. Adaletlidir, Allah adına ceza keser. Cesurdur….
Neticede, bu dizi iki bölümüyle aslında tam da bir tarikat cemaat övgüsü getirirken, kutuplaşmayı da pekiştiren ters mantık bir proje olmuştur. Hani, PKK’lı teröristler Habur’dan davullu zurnalı, sözde bayraklarıyla alkışlarla geçerken onlara lahmacun ısmarlayan dönemin valisinin şimdi kahraman bir bakan olması gibi. Hani teröristlerle Oslo’da Dolmabahçe’de masaya oturup, şimdi kendilerinden olmayan herkesi terörist ilan etmek gibi. Hani, İmralı’da yatan bebek katili teröristin mektubunu okutup, alkışlayıp, bu olmamış gibi kendinden olmayan herkesi onlarla birlik göstermek gibi.
Hani, seçim öncesinde her gece terörist başının görüntüsünü montaj kasetle bir muhalif lidere kara propaganda aracı olarak kullanmak isterken, terör propagandası yapıp, şimdi bildiri de terör örgütü ismini terör reklamı olmasın diye vermeyen bir partiye, vay ismini bile söylemiyorsunuz, siz teröristlerle birliktesiniz demek gibi, hani milletvekili olmak ya da parlamentoya girmek için iktidardan yana görünüp, eleştirenlere terör örgütü uzantılarıyla iş birliği yapanlarla bir araya gelmeyiz deyip, o iktidarın geçmişteki hatalarını görmezden gelmek gibi…  Hani terör örgütü yöneticisini TRT’ye çıkarıp, mecliste her hangi bir önergede üstelik yasal olan bir partiyle hayır oyu verenleri, terör örgütü yandaşı gibi göstermek gibi… Hani, bilimi, laik ve çağdaş eğitimi yok sayıp, tarikat ve cemaatlerle ÇEDES gibi projelere imza atıp, onları masum sivil toplum örgütü olarak göstermek gibi…
Oysa Türkiye gerçeklerinde, Diyanet, devlet dışı okullara, kurslara, medreselere Allah’ın okulu derken, fizik, kimya, matematik, müzik okutmuyor, sanat yok sayılıyor. Oysa Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik ve Müzik ile sanat ile Allah’ın yarattıklarının yapısını öğrenirsiniz öyle değil mi? Onlara göre değil, Çünkü onlara Allah’ın bilgisi özel bir yerden, rüyalardan geliyor. Bu yetiyor!…
Bundan sonraki bölümlerde (ki ilk iki bölümde az da olsa vardı) rüyalarla renklendirilen tarikat cemaat ilerlemesi olursa, hiç şaşmayacağım… İktidara yakın bir kanalda yayınlanan Abdülhamit dizisiyle ilgili bir bölümü arkadaşım göstermişti. Abdülhamit kendisine müjdeli bir rüya ile gelen sıradan bir vatandaşa kese kese altın veriyordu. Abdülhamit’i oynayan oyuncunun gözlerini devirerek, ruhani ve ilahi biçimde rüyayı tekrar tekrar dinlemek istemesine, kese kese altın getirtmesine çok gülmüştüm.
Bu dizide de bakalım, hangi tarikat kahramanı böyle ulvi mesajlarla karşımıza gelecek merak ediyorum. Belki iki belki üç bölüm daha izledikten sonra, bu diziye de elveda diyeceğim kesin… Çok okumanın, çok film izlemenin kötülüğü de bu… Aslında ne demek istediklerini çabuk anlayıp, neyi yedirmek istediklerini de çabuk çözüyorsun. Her şeye rağmen, emeğe saygıdan, oyuncuların üstün başarısından dolayı, diğer dizilere göre on üzerinden yedi veriyorum… Ama diyorum ki, keşke bu dizi Foks TV yerine ATV’de yayınlansaydı…
Bir de tartışmaları bu açıdan görmek isterdim…
22 Ocak’ta üçüncü bölümü yayınlanacakmış. 12 Eylül döneminde de Atatürk diye diye, Atatürk’ün kurduğu partiyi, dil tarih kurumunu ve daha birçok kurumu kapatmışlardı. Burada da Atatürk diye diye, Atatürkçüleri, hem de çok kötü göstererek, ele alıp, kapatmak istemişler… Bir daha ceza alacağını sanmıyorum. Çünkü amaca ulaşıldı. Sizlere de iyi seyirler diyorum…
EHA - Yılmaz Efe - Bursa